İçeriğe geç

Bir Gidişin Ardından Dökülen Su

Çekince bıçağı saplandığı yerden,
Ilık ılık akan hayatı, kan sandık.
Suyuna rüyalarımızı anlattığımız ırmak da kuruduğunda,
Üstümüzdeki yamalı giysiyi, hayat sandık.

***
Sen,
Ey bu kadar güzel gülüp de böyle kötü ağlatan çocuk;
Düştüğün yerden kalkamadık.
Baba yadigârı bir acı seninle miras kaldığında bize
Anladık, omzumuzdaki bu tabutun yükü ne kadar da tanıdık.
Bacağından süzülürken kanın,
Nice ak saçlılar, delikanlı arkadaşlarını hatırladı.
Mesela ciğerlerimizde o pis hava ile camdan attılar bizi,
Süleyman’ı aynı yerinden kurşunladılar.
Gördüm, Yusuf’un da saçlarında yine kan vardı.
Kapandı zannedilen yaraları yarıp, içine bir de sen girerken,
Şahit tuttuk yedi kat göğü tutan gökyüzünü
Şahit tuttuk yedi kat yeri taşıyan toprağı
Devlet yoktu!

***
Bir dağın omzuna çıkıyorum ben şimdi,
Senin saçına değen rüzgârın,
Benim de saçıma değecek olması ihtimaliyle.
Zamanı orta yerinden yırtarken sen,
Adına hayat denilen şeyin bir adının olmadığını anladık.
Pul pul döküldü adı olmayan her şey üzerimizden.
Kanadık kandığımız umutlardan.
Bir isim ararken hayatımıza,
Senin ardından bağrımıza bastığımız taşa hayat diye sarıldık.
Ve taş diye koyulduk,
Bir ayağı boşta olan masaların altına.
Sen,
Hayata yeminini okuyan çocuk
Gittiğinden beri gırtlağımda yutamadığım bir diken,
Bakışımda kuru bir oyuk
İçimiz, sanki o romandan kalma demiryolu döşeli bozkır,
Adın tren gibi gelip gider.
Gelip gidecek.
Adın hep içimizde, gelsin gitsin.

***
Şimdi kaldırırken hayatı uzandığı yerden
Kulağına ezan okuyorum bir ismi olsun diye
Yemine değen sesini sesime katarak,
Usulca üç kez fısıldıyorum hayata;
Senin adın Fırat
Senin adın Fırat
Senin adın Fırat…