İçeriğe geç

Ağustos Böceğinin Savunması

Yıllar yılı sessiz, sakin olmak övüldü, salt çalışmak telkin edildi. Aza kanaat erdem sayıldı, çoğu tercih edenler ise tamahkârlıkla suçlandı.
Bunun nedeni elbette, toplumsal varlık insanın kültürlenmesiyle ilgili. Bu kültürlenme düşündüğünüz gibi ‘’Minor Asia’’ da cereyan etmemiş sadece. Antik Yunan’da Zeus’ tan ateşi çalan Prometheus’un ezber bozması… İlk çağ Yunanı tekniği- bilimi ve sanatı, Tanrılar uğraşı sayarak, onu elde etmeyi haddi aşma ‘’Hybris’’ sayması…

Yine bir La Fontaine fablı olan ‘’Ağustos Böceği ile Karınca’’da gördüğümüz enstrüman çalmanın boş eğlence; beden ile çalışmanın ise erdem olarak aktarılması, düşüncelerimize küçük yaşlardan itibaren zerk edilmiştir.

Çalışmanın erdemsizliğini iddia etmiyorum. Onun karşısına bilim ve sanatın konulması ve yerilmesini eleştiriyorum.

Öğrencilerin hatta eğitimcilerin ortak görüşü: resim, müzik ve beden eğitimi, puan yükseltmek için konulmuş önemsiz derslerdir. Mağara duvarlarından günümüze tarihsel, kültürel ve sanatsal anlamda dönemine ışık tutan ilk resimleri, Olympos törenlerinden doğmuş ‘’arete/ bedensel sağlık güç’’ anlamındaki beden eğitimini ve nitelik, nicelik, cevher bilgisine ulaşmada olmazsa olmaz –teorik felsefede matematik bilimler kategorisindedir- müziği, nasıl önemsiz görebiliyoruz?
Müziğin alfabesindeki düzen ve arızalar, evrenin denge ve afetlerinin harmonisine ne çok benzer! Bir fotoğraf karesi kadar varlığın gerçekliğini işaret eden bedenimizin düzgün çalışması, düşüncemize de sirayet etmez mi? Doğanın taklidi veya hiç var olmamış bir -şey’in tuvale yansıması -dilin kullanılmadan sanat yapılmaya çalışılması- onu çoğu sanat dalından üstün yapmaz mı?

           Bir kişinin yaptığı yanlışı referans alır yaparsın ama herkesin yanlış yaptığı yerde doğruyu yapmaz hatta onu topluma yabancılaştırırsın. Ruhsal etkinliğin sınırlandırılmış ve biçim verilmiş haline ihtiyacımız var. En ilkel ihtiyaçlarımızı bile, şölene çevirmeye yetecek gücümüz de var.
          Aklın ve duyuların arındırılması ile hakikatin kavranması, kendin için üretmektir. Başkaları/ başkası için üretmek ise, sadece iktisadi bir eylem, karnını doyurma amacı ve zaman geçirmektir.

Çok çalışan insanlar, zihinsel ve düşünsel olarak yıpranırlar, kendilerine ayırdıkları zamanlarda ise bilim-sanat yapmaları beklenmez. Toplum ona, erdem etiketi ile tüm enayilikleri yaptırır. Çalışmak sufli bir şey değildir, yalnız farklı becerilere sahip insanların aynı performansları enayiliktir.
Felsefe, sanat ve bilimle ilgilenen insanlara –boş uğraşlar bunlar, demeyin! Çünkü diyenin karşısında, kendisine üretmeyen, dik başlı, nohut veya fasulyenin değil, hikmet ve hakikatin peşinde koşan, norm ve örf oyunuyla oltaya gelmeyen –birey olmuş bir insan vardır.

 -Senin için ölürüm!
‘’Ölme, senin faaliyet alanın burası.’’

Bu konuya özgürlük- mahkûmiyet gözlüğü ile bakmayı deneyelim. Bana göre özgürlük, kendini kısıtlamak; mahkûmiyet ise başka bir fail(ler) tarafından kısıtlanmaktır. Hal böyleyken neden özgürlüğümüze mahkûmuz?
Bizi meşgul eden şeyler, bu konuda toplum normlarına yön verenler; hikmet ve hakikat bilgisini/ özgürlük uğraşını ~zengin eğlencesi sayan, karın doyurma uğraşından rant elde eden akıllı geçinenlerdir.
Sistemsiz veya dağınık bilgilerden yararlanıp, kendince bir ahlak sistemi yaratan dümencilerdir. Onların özgürlükleri içindir, bizim mahkûmiyetimiz…

İnsan bilmediğine ya sonsuz saygı duyar ya da yerden yerlere vurur. ‘’Okumak/ okutmaya’’ ne kadar değer verirler. Bilmezler betondan sınıflarda bu sığ kafalar (çoğu) tarafından çocuğunun şekillendirildiğini. Neredeki dağ nerede? Hangi ırmak nereye dökülür? Ya da doktor döveriz hastanede neden bakmıyorsun diye.

Yine çok küçük bir çocuğa sordum:

– Saygı duymak, nedir?
– Dinlemek…

Pisagor’dan beri dinle dinle, konuşma.
Ses çıkartmayan bir hayvandır karınca,
Peki, söyle bana küçük?
Nasıl saygı duyulur bu hayvana?